Cenab-ı hakk, mekânlar içinde mübarek mekânlar, zamanlar içinde de mübarek zamanlar yaratmıştır. Zamanlar içinde yarattığı mübarek zamanlardan biri de üç aylar diye bildiğimiz Receb, Şaban ve Ramazan aylarıdır.
Bu mübarek aylar, aynı zamanda mübarek gecelerle doludur. Receb ayında, Regaib ve Mirac gecesi, Şaban ayında Berat gecesi, Ramazan ayında da bin aydan daha hayırlı olarak tarif edilen Kadir gecesi vardır.
Geçtiğimiz gece (1 Mayısı 2’sine bağlayan gece) Mübarek Regaib Kandiliydi. "Regâib", rağbet olunan, bol ihsan ve değerli hediyeler demektir.
Recebin ilk Cuma gecesinde bu kabil ihsan ve ikramlar beklenildiği için bu geceye "Regâib Gecesi" denilmiştir.
Enes b. Mâlikden rivayete göre Peygamberimiz (a.s) Receb ayı girdiğinde şöyle dua ederdi: "Allahım! Receb ve Şaban ayını bize mübarek kıl ve bizi Ramazana ulaştır."
Milletimizin büyük bir çoğunluğu mübarek gün ve geceleri sevinçle karşılarlar, tebrikleşirler, bu gecelerde camilerimiz dolup taşar.
Böyle mübarek zamanlar yenilenme fırsatı olarak kabul edilmelidir.
Büyük olaylara sahne olan bu aylar ve geceler, fertlerin şahsiyet eğitiminde ve yenilenmelerinde önemli bir zaman unsurudur.
Üç aylar, kendimizi denetleme, değerlendirme bakımından da çok önemlidir. Bir kere daha geçmişimizin muhasebesini yapıp, geleceğe hazırlıklı olmanın tedbirlerini almalı ve kendi kendimize sormalıyız:
“Kulluk vazifemizi layıkıyla yapabiliyor muyuz?
Peygamberimizin sünnetini, ahlâkını yaşıyor muyuz?
Kitabımız Kurandır dediğimiz halde emirlerine sarılıp, yasaklarından kaçınıyor muyuz?
Allahın nimetlerini yediğimiz halde şükrünü eda ediyor muyuz?
Ölümün hak olduğunda şüphe yokken ve her an ölebileceğimizi bildiğimize göre, şu an ölüme hazır mıyız?
Kendi suçlarımızı, ayıplarımızı düzeltip tevbe etmek varken, onun bunun ayıbıyla, kusuruyla uğraştığımız oluyor mu?
Geçen yılın bu mübarek üç aylarında beraber olduğumuz, birlikte camilerde saf tutup namaz kıldığımız, ama şu anda aramızda bulunmayan eşimiz, dostumuz, akraba ve arkadaşlarımızı düşünüp kendimize çekidüzen verebiliyor muyuz?
Şimdiye kadar hep kendimiz için çalışıp durduk. İslâm ve Müslümanlara yönelik bir hizmetimiz oldu mu? Kaç kişinin hidayetine vesile olduk?
Kaç yetimin başını okşadık, karnını doyurup üstünü giydirdik?
Evet, bütün bunları kendimize sorup bir durum değerlendirmesi yapmak gerekir. Çünkü üç aylar, her an günah lekeleriyle kirlenen dudaklarımızı duaya, gönüllerimizi Hakka yöneltmek için verilmiş olan büyük bir fırsattır. Bu günler, hayırların kaydedilmesine, hataların affedilmesine, sevapların verilmesine vesile teşkil eden önemli zaman dilimlerindendir.
Unutmayalım ki, bu aylar, hayatımızın altın zamanlarıdır.
Geri getirilmesi mümkün olmayan bu kutlu ayların kıymetini bilerek samimi Müslüman olmaya çalışalım. Kur’ân’ı yaşayan bir hayat kitabı yapalım. Her zaman Kur’ân’ın emir ve yasaklarına göre hayatımızı tanzim edip, İslam’ı tüm güzellikleriyle yaşarsak, neticede dünya ve ahrette huzura kavuşuruz.
Bu vesileyle başta ülkemiz olmak üzere bütün İslâm âleminin üç aylarını ve Regaib Kandili’ni tebrik eder, özellikle İslâm dünyasında akan kanların durmasını, tüm insanlığın huzurunu tehdit eden her türlü şiddetin ortadan kalkmasını, savaşların yerini barışın, düşmanlıkların yerini dostluğun almasını ve bu aylarda yapacağımız ibadet ve dualarımızın kabul olmasını Cenâb-ı Mevlâ’dan niyaz ederim.
Yazımızı Arif Nihat ASYA’nın Na’tinden bazı bölümlerle bitirelim:
Seccaden kumlardı..
Devirlerden, diyarlardan
Gelip, göklerde buluşan
Ezanların vardı! .
Mescit mümin, minber mümin...
Taşardı kubbelerden tekbir,
Dolardı kubbelere “âmin”.
Ve mübarek geceler dualarımız;
Geri gelmeyen dualardı...
Geceler ki pırıl pırıl
Kandillerin yanardı..
Kapına gelenler ya Muhammed,
- uzaktan, yakından –
Mümin döndüler kapından...
Besmele, ekmeğimizin bereketiydi,
İki dünyada aziz ümmet;
Muhammed ümmetiydi.
…
Şimdi seni ananlar,
Anıyor ağlar gibi...
Ey yetimler yetimi,
Ey garipler garibi;
Düşkünlerin kanadıydın,
Yoksulların sahibi...
Nerde kaldın ey Resûl,
Nerde kaldın ey Nebi?
Günler, ne günlerdi, yâ Muhammed,
Çağlar ne çağlardı:
Daha dünyaya gelmeden
Mü’minlerin vardı...
Ve bir gün, ki gaflet
Çöller kadardı,
Halîme’nin kucağında
Abdullah’ın yetimi
Âmine’nin emaneti ağlardı.
Hatice’nin goncası,
Aişe’nin gülüydün.
Ümmetinin gözbebeği
Göklerin resûlüydün...
Elçi geldin, elçiler gönderdin...
Ruhunu Allah’a,
Elini ümmetine verdin.
Beşiğin, yurdun, yuvan
Mekke’de bunalırsan
Medine’ye göçerdin.
Biz bu dünyadan nereye
Göçelim, yâ Muhammed?
Yeryüzünde riyâ, inkâr, hıyanet
Altın devrini yaşıyor...
Diller, sayfalar, satırlar
“Ebu Leheb öldü” diyorlar.
Ebû Leheb ölmedi, yâ Muhammed
Ebû Cehil kıt’alar dolaşıyor!
Neler duydu şu dünyada
Mevlidine hayran kulaklarımız;
Ne adlar ezberledi, ey Nebî,
Adına alışkın dudaklarımız!
Artık, yolunu bilmiyor;
Artık, yolunu unuttu ayaklarımız!
Kâbe’ne siyahlar yakışmamıştır, Yâ Muhammed bugünkü kadar!
…
Yüreklerden taşsın yine, imanlar!
Itrî, bestelesin Tekbîr’ini;
Evliyâ, okusun Kur’ân’lar!
Ve Kur’ân-ı göz nûruyla çoğaltsın
Kayışzâde Osman’lar
Na’tını Galip yazsın,
Mevlid’ini Süleyman’lar!
Sütunları, kemerleri, kubbeleriyle
Geri gelsin Sinan’lar!
Çarpılsın, hakikat niyetine
Cenaze namazı kıldıranlar!
Gel, ey Muhammed, bahardır...
Dudaklar ardında saklı
Âminlerimiz vardır...
Hacdan döner gibi gel;
Mi’râc’dan iner gibi gel;
Bekliyoruz yıllardır!
…
Konsun yine pervazlara güvercinler,
“Hû hû”lara karışsın âminler...
Mübarek akşamdır;
Gelin ey Fâtihalar, Yâsinler!