ASAYİŞ Haber Girişi : 02 Ocak 2011 02:02

Portakal Şekeri

Portakal  Şekeri

İstanbul’a  her  gelişinde  önce  onu  ziyarete  gidiyordu.

 Onun  ölümüyle  sanki  kalbinden  bir  parça  kopup  yok  olmuştu. Karacaahmet’teki  her  ziyareti  ona  bu  parçayı  tekrar  kalbine  perçinlemek  gibi  bir  huzur  veriyordu.

 Günlerden  Cuma’ydı.

 İşte  bu  gün  de  ziyaret  edecekti  sevdiğini. Bir  demet  çiçek  ile  onun  kabrine  varacak  ve  yağmur  suları  ile  ıslanmış  toprağına  merhametle  bakacaktı. Ayrılığın  ona  büyük  hüzün  verdiğini  mırıldanacaktı  kulağına. Onu  çok  özlediğini  fısıldayacaktı.  Kimse  duymayacaktı  söyleyeceklerini.

 Ama  biri  duyacaktı.

 Biri  işitecekti   sevdiğine   sunduğu  çiçekler  ile  örtüşen  tatlı  sözlerini.

 O  işitene  de  sunuyordu  serenatını  her  ziyarette. Bir  taraftan  sevdiğine  vefalı  kaldığını  söylüyor, paylaştıkları sevgi  ve  mutluluğun  halen  sır  olarak  muhafaza  edildiğini  hatırlıyor, bir  taraftan  da  onları  dinleyen  her şeyin  sahibine  dualarını  da  yükseltiyordu.

 Bu  üçlü  sohbet  birkaç  saat  sürüyordu  kabrin  başında.  Gözlerindeki  nem , kalbindeki   huzuru  artırıyordu  sanki. Çünkü  bir  iki  saat  da  olsa  kopmuş  parçasını  buluyordu  yüreği.

 Bütünleşiyordu  sevdiği  ile.

 Ve  bugün  de  sevdiğine  gidecekti… İyi  hatırlıyordu.   Sevdiğinin  tertemiz  bir  yüreği, sevgi  dolu  bir  kalbi  vardı. Nasıl  hatırlamaz ; yıllar  yılı  özel  ve  dini  konularda  ne  sohbetler  etmiş, birbirlerinden  ne  istifade  etmişlerdi.  Ama  o, bir  gün  kafesten  uçup  giden  bir  kuş  gibi  terk  etmişti  onu.

Ne  hikmetti  bilinmez,  portakal  ve  gül  tadındaki  akide  şekerlerine  aşırı  bil  ilgisi  vardı. Hatta ilk  görüşmelerinde  , kendisine  çok  sevdiği  akide  şekerleri  ile  ‘’hoş geldin’’  demesini  bile  istemişti.

İstanbul’un  manevi  komutanı  Eyüp  Sultan  hazretlerini  beraber  ziyaret  etmişler,  yolunun  mihmandarı  ve  kalbinin   ışığı  mübârek  hocasının  namsız, nişansız, işaretsiz  kabri  başında, demir  kapıların  ardında  gözyaşı  dökmüşlerdi.

Sultanlara  sultanlık  yapan  Üsküdar’ın  gerçek  sahibi  Aziz  Mahmut  Hüdayi  hazretlerini ziyaret  etmişler, türbenin  hemen  yanı  başından  çıkan  ve  zemzem  tadındaki    sudan  kana  kana   su içmişlerdi.

Hele  Eyüp’ten  Sütlüce’ye  motorla  geçişleri  yok  muydu?...

Anlatmakla  bitmeyecek  nice  hatıralarla ‘’Hey  gidi  günler’’  diye  geçirdi  içinden.

 Şimdi  ise  yalnız  kalmıştı  işte.  O  parça, kalbinin  en  hassas  yeri  bir  toprağın  altındaydı.

 Biliyordu, o  da  onu  çok  seviyordu. Bundan  zaten  hiç  de  şüphe  duymamıştı, emindi.

Ne  zaman  ona  kavuşacaktı  gönlü?.. Ne  zaman  sevdiğine  ulaşacaktı  yarım  kalbi?..

Ve  ötelerde  bütünleşecekti  bu  güzel  insanla;  dua  ediyordu.

 Artık  portakallı  ve  güllü  akide  şekeri  de  koymuyordu  ağzına. Çok  sevdiği  yârinin   vefatından  sonra  tatmak  istememişti.

Bu  tat,  diline  buruk  bir  acı  bırakabilirdi  ve  endişe  ediyordu. Çok  sevdiği  şekerlerin  adını  bile  duymak  istemiyordu.

Onun  ikram  etmeyeceği  şekeri  tatmak  istemiyordu.

Ama  bugün  ne olduysa   gönlü  portakallı  akide  şekeri  arzu  etmişti.

Bir  şeker  arzusu  onu  nasıl  da  eski  günlere  çekip  götürmüştü. Daha  ne  çok  hatıra,  onu  sevdiğinin    nakış  nakış  dokunmuş  mazideki  güzel  günlerine  götürüyordu .

Şu  elindeki  deri  kaplı  eski  not  defteri   ve  dokunduğu  sahifeler  ondan  izler  taşıyordu.

 Gözleri  yaşarmıştı  bunları  düşünerek…

Sevdiğinin  de  çok  sevdiği  kırmızı  başörtüsünü  takmıştı  yine. Ve  çantasından  hiç  eksik  etmediği  Kur’an’ı  Kerimi  de  mahfazasıyla  beraber  koltuğunun  altına  almayı  unutmadı  Cumhuriyet  ekspresinden  inerken. Bu  Kur’an ; beyninin , her  gün  defalarca  eline  aldığı  ve  o  güzel  sesiyle  okuduğu  hatıralarının  önemli  bir  parçasını  oluşturuyordu.

 Haydarpaşa  garından  yavaş  yavaş  ilerlemeye  başladı. Niyeti  bir  taksiye  binip , hemen  az  yukarıdaki  Karacaahmet  mezarlığına  giderek  ilk  vazifesini  yapmak  olacaktı. Ama  birden  durdu. İlerdeki  çifte  minareli  caminin  avlusundan  şemailini  tam  kestiremediği  bir  adam  kendisine  el  sallayıp  yanına  gelmesini  istiyordu.

Şaşırmıştı.

Halbuki  kimse  onun  geleceğini  bilmiyordu. Tedirgin  oldu. Ama  kendisine  el  sallayıp  yanına  ısrarla  gelmesini  isteyen  adamı  da  merak  etmişti  doğrusu.

 

Toparlandı  ve  çifte  minarelerin  gölgesinde , kendisini  ısrarla  çağıran adama  doğru  yürümeye  başladı.

 Aman  Ya  Rabbi!..  Bir  de  ne  görsün?.. Yıllar  önce  rüyasında  görmüş  olduğu  ve   sevgili  yâri  Aziz  Mahmut  Hüdayi  hazretlerine  ne  kadar  da  benziyordu.

İçi  ürperdi. Kalbinin  o  parçası  titredi. Onu  ruhunda  duydu , hissetti.  Biliyordu.  Buna  bütün  kalbiyle  inanıyordu. O  kadar  inanıyordu  ki  adeta  nefesinin  ılıklığını  yüzünde  duyuyordu..

Ve  elindeki  kese  kâğıdına  sarılı  bir  paketi  kendisine  uzatarak ‘’Bu  senin  emanetin  kızım. Hoş geldin  ve  artık  sen  bize  emanetsin’’ diyordu.

 Heyecandan  titreyen  elleriyle  paketi  açtı.                                                                                                                 

Şok  olmuştu.

Bir  avuç  portakallı  akide  şekeri ,  yeni  yapılmış    taptaze  gibiydi.

Sevdiği  eşine  rahmetler  okuyordu…

Abdurrahman  KARAL