Haber Girişi : 03 Ağustos 2014 20:07

Kim o profesör?

Kim o profesör?

Dün tam da 2 bin kitabını yakan profesör yazısını yazmaya başlamıştım ki, hiç beklemediğim o telefon geldi.

Telefonun öteki ucundaki ses tanıdık birine aitti.

"Mehmet Bey" dedi. "Rica ediyorum, yazacağınızı twitter hesabınızdan duyurduğunuz benimle ilgili o yazıyı bir süre erteleyiniz. Şu anda ciddi bir sıkıntı içindeyim ve asıl yanan o kitaplarım değil benim."

Ne diyeceğimi şaşırdım.

Öyle ya iki gün öncesinden, " 2000 kitabını yakan profesör başlıklı yazım pazartesi Palandöken’de" diye duyurmuştum. Tam da tahmin ettiğim gibi bu duyuru bile tansiyonun yükselmesine sebep olmuştu.

Şimdi kitaplarını yakan o profesör, "... o yazıyı bir süre erteleyiniz" diye ricada bulunuyor.

Siz benim yerimde olsanız ne yapardınız?

Yazacağınızı daha önceden kendisine söylediğiniz Hoca’nın bu ricasına mı uyardınız yoksa ne pahasına olursa olsun ben bu yazıyı yazardım mı diyorsunuz?

O akşam, yani tam 2 bin kitabın, önce üzerlerine bidonlarla benzin dökülüp, sonra da ateşe verilip yakıldığı sırada oradaydım.

Olayın tanığıyım...

Yapabileceğim hiç bir şey yoktu...

Yüreğim sızlayarak çaresizlik içinde, hem elinde benzin bidonu olan profesörün sessiz çığlığını dinliyordum, hem de sanki yanmak için çok aceleleri varmışçasına alevlerin kollarına atılan o yüzlerce kitabın ateşten oluşturduğu şelaleyi izliyordum.

Hoca suskundu, konuşmuyordu ama görebiliyordum içinde öyle volkanlar patlıyordu ki, isyanı ateş olmuş kitaplarını yakıyordu.

Bir ara elindeki son benzin bidonunu da alev balyasının üzerine attıktan sonra yüzüme baktı, adeta vicdanen müsterih bir insan munisliğiyle, "o kitap ki eğer okuyanını yakamıyorsa bırak kendi yansın" dedi.

Hoca her zamanki gibi yine ezber bozuyordu.

Koskoca arsanın ortasında yanan kitaplar, çevresinde Hoca, ben ve iki de üniversite öğrencisi genç vardı.

Gençler şaşkındı, ürkek bakışlarıyla cayır cayır yanan cilt cilt kitapların ölümünü izliyorlardı.

Sanki de bir ayindi ve biz de o ayinin tanıklarıydık.

Alevler iyice göğe yükselince zahir çevreden birileri belediyeyi haberdar etmişti. Neden sonra belediye aracı ve görevliler geldi.

Olup biteni anlamakta zorlanıyorlardı. Arsanın ortasında dört adam ve ortada yüzlerce kitabın yanmasıyla oluşan devasa bir ateş...

Baktılar öylece...

"Tehlikeli bir durum yok" deyince, belediye görevlileri yangına müdahale etmeden çekip gittiler.

Az sonra yatsı ezanları okunmaya başladı.

Hoca, hemen yanıbaşımızdaki camiyi göstererek, "beni de kitaplarımı da yakan adamlar az sonra bu camide secdeye kapanacaklar" dedi.

Devam etti. "İmam-ı Azam’ı da, o büyük imamın kitaplarını da yakan aynı anlayıştı."

Hocanın öfkesi arsanın ortasında gökyüzüne yükselen ateşten de büyüktü ve yakıcıydı.

O’nun derdi "yanlış anlaşılma" değil. O’nun derdi "hiç anlaşılmama"

Önce kendisini "kâfir" ilan ettiler, sonra eşini ve çocuklarını öldürmekten beter...

Laboratuarlarda geçirmesi gereken vaktini, hakkındaki şikâyetlere cevap yetiştirmek için ya polis merkezlerinde ya da adliye koridorlarında geçiriyordu.

Eşi ve çocukları ölüm tehditlerine daha fazla dayanamayıp Erzurum’u terketmişlerdi. Hoca ise, "direneceğim" diyordu.

Direndi de nitekim...

Fakat demek ki her insanın bir dayanma gücü ve sabrının bir hududu var.

Sonunda isyan etmişti ve hıncını da "kendini o hale getiren" kitaplarından çıkarıyordu.

Besmele çekti ve Arapçasından Maun suresini okudu.

Cenab-ı Allah o Maun suresinde buyuruyor ki:

Dini yalanlayanı gördün mü? İşte, yetime fena muamele eden, yoksulu doyurmak için başkalarını teşvik etmeyen odur. Vay hallerine o namaz kılanlara ki, namazlarından gafildirler. Riyakârlık ederler, zekât vermeyi de men’eylerler..

Uzunca bir süre sustu.

Alevler artık kor ateşe dönüşmüştü.

Çevre evlerin balkonlarına ve pencerelerine çıkmış insanlar, yakından tanıdıkları ve yüzlercesinin her fırsatta şükran duyduğu bir profesörün, çığa dönüşen çığlığını dinliyorlardı.

Sanki suçlu olanlar onlarmış gibi başlarını öne eğmişlerdi.

Yatsı namazı kılınmış cemaat artık dağılıyordu.

Yanıbaşımızdan geçenler ta uzaktan tanıdıkları profesöre ve bir de arsanın ortasında yanan kitaplara bakıyorlardı.

İçlerinden biri hariç hepsi de mahcuptu...

O biri, mırıldanarak konuştu:

"Kâfir, kitapları niye yakıyorsun ki, kendini yak olsun bitsin"

İşin sırrı tam olarak buydu işte...

O profesöre, o ateşi yaktıran anlayış bu adamın şahsında ete kemiğe bürünmüş İblis edasıyla yürüyordu.

Bayramın üçüncü günüydü; vakit yatsı namazını işaret ediyordu.

Yüz metre arayla bir yanda, elinde yafta ile dolaşan ve sırf kendi gibi düşünmeyen bir ilim adamını "kâfir" ilan eden "ham yobaz", öbür yanda inandığı "isyan ahlakı"nı göstermek istercesine 2 bin kitabını yakan bir ilim insanı...

Abbasiler devrine son veren Moğul imparatoru Hülagü, Bağdat Kütüphanesi’ni ateşe verdiğinde, Dicle nehri günlerce karaya çalan kan akmıştı.

Aynı şey değil elbet ama nedense Hoca’nın yüzlerce kitabı, o boş arsanın ortasında cayır cayır yanarken Bağdat Kütüphanesini düşündüm.

Kabul...

Askeri darbelerde kendi kitaplarını kendi elleriyle yakan bir milletiz...

"Kitap silahtan daha tehlikeli" diyen egemenlerin ülkesinde yaşıyoruz...

Tamam da...

Yine de kabullenmek çok zor; hatta imkânsız...

O profesör bu şehirde kim veya kimlerin insanlık dışı baskılarına maruz kaldı ki, yüreğini parçalayan öfkesini 2 bin kitabını yakarak dindirdi?

Ne diyordu o profesör?

Haydi, onu da siz bulun...

Çünkü dün söz verdim; "yazmayacağım" dedim.

Ancak macun tüpten çıkmıştı bir kere...

Gerisini de siz çözün. Ben nasılsa isim vermedim…

O profesör ne dedi, neye itiraz etti ki bu şehirde körelmiş ve de simsiyah kesilmiş bazı vicdanlar O’na "kâfir" dediler?

Son olarak şunu söyleyeyim:

O profesör yakında Erzurum’dan çekip gidiyor, muhtemelen bir ecnebi ülkesinden sığınma talep edecek.

Ve...

"Kâfir, kitapları niye yakıyorsun ki, kendini yak olsun bitsin" diyen "ham yobaz" ise, "Erzurum’u bir kâfirden daha temizleme"nin huzuru ile secdeye kapanacak.

 

"Yaşasın zalimler için cehennem"